Aile Yılı: İktidarın hedefi kültürel hegemonya mı?

“`html

Pelin Ünker

Türkiye, 2025’i “Aile Yılı” olarak ilan ederek, aile kavramını toplumsal ve siyasal yaşamdaki önceliklerinden biri haline getirmek için yeni bir politika geliştirdi.

Bu girişim, uzun yıllardır öne çıkan üç çocuk önerisinden, aile değerlerinin güçlendirilmesine kadar çeşitli politikaların bir araya geldiği bir sürecin sonucudur. Peki, “Aile Yılı” stratejisinin temelinde hangi motivasyonlar yatıyor?

Hükümetin yıllardır dile getirdiği üç çocuk tavsiyesi, Türkiye’de düşen doğum oranları ve yaşlanan nüfus sorununa yönelik bir çözüm önerisi olarak sunulmuştu. Aile Yılı ile birlikte, bu politika daha da derinleşerek aile aracılığıyla ekonomik ve demografik hedeflere ulaşmayı amaçlıyor. Ancak, ekonomik belirsizlikler, artan işsizlik oranları ve hane halkının gelir düzeyi gibi faktörler, bu hedeflere ulaşılması önündeki engeller olarak karşımıza çıkıyor.

Kültürel Hegemonyanın İnşası

Geleneksel değerler ve ailenin korunması vurgusu içeren bu politikaların, bireysel hak ve özgürlükleri gölgede bıraktığı eleştirileri de gündeme geliyor. İktidarın bu tür girişimlerinin toplum üzerinde kontrol kurma arzusu taşımadığına dair tartışmalar da mevcut.

Uzmanlar, hükümetin aile kavramını dini ve geleneksel bağlamda önceliklendirmesiyle “kültürel hegemonya” alanında güçlenmek ve toplumu tek tip hale getirmek istediğini öne sürüyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Aile Yılı Tanıtım Programında, “LGBT’nin cinsiyetsizleştirme politikalarının aileyi hedef aldığını” savunarak, bu tür politikalara karşı duracaklarını ifade etti. Erdoğan, “Dijital platformlarda yayımlanan diziler ve içerikler kültürel erozyona katkıda bulunuyor. Bilinçli olarak yayımlanan içerikler, LGBT’nin rezerv alan kazanmasına neden oluyor” dedi.

Sivil toplum kuruluşları ise aile kavramının bu şekilde siyasallaştırılmasının, toplumun çeşitliliğini ve bireylerin özgür tercihlerini gölgeleyebileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

“Amaç Kadını Dini Referanslarla Sınırlamak”

DW Türkçe’ye konuşan kadın hakları savunucusu Avukat Selin Nakıpoğlu, 2024 yılının son haftasında yayımlanan Aile Statüsü Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin, “şeriatçı aile hukuku”nu kadınlara benimsetme doğrultusundaki çabalardan biri olduğunu belirtiyor.

Bu politikaların, kadınların birey olma hakkını göz ardı ettiğini ve onları dini referanslarla “aile” kavramı altında sınırlamayı amaçladığını ifade eden Nakıpoğlu, “Aile Yılı demek, cinsiyet eşitsizliğini yeniden pekiştirmek, kadına ve çocuklara yönelik erkek şiddetini gizlemek anlamına geliyor” şeklinde konuştu.

Nakıpoğlu, Aile Yılı kararının, iktidar açısından herhangi bir paradigma değişikliği anlamına gelmediğini, “Bu daha çok bilinen bir gerçeğin kabulü” diyerek, süreç içinde kadının aile içindeki toplumsal cinsiyet rollerine uygun “anne” ve “eş” kimliklerini sürdürmesine yönelik politikaların yoğunlaşacağını öngörüyor. Bu tür politikaların, kadınların hem evde hem de sosyal alanda ikincil konumlarını pekiştireceği tahmininde bulunuyor.

Aile Yılı’nın, 23 yıldır süregelen bir politikanın parçası olduğunu vurgulayan Nakıpoğlu, 2025 yılında bu söyleme daha çok ihtiyaç duyulmasının nedeninin derinleşen ekonomik kriz olduğunu belirtiyor.

Selin Nakıpoğlu, “Şu an hiç olmadığı kadar derin bir yoksulluk içerisindeyiz. İktidar, toplumsal öğretim görevi görecek, esas meseleden dikkatleri saptıracak başlıklar arıyor. Oysa her şey, iktidarın kendi yarattığı derin yoksulluktan kaynaklanıyor” şeklinde konuştu.

“Kadın Cinayetlerini Önleme Yılı Olmalıydı”

DW Türkçe’ye görüş bildiren Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, Aile Yılı kararının kadın cinayetleri, şiddet, yoksulluk ve işsizlik gibi süreklilik arz eden sorunların önünde yanlış bir öncelik olduğunu ifade ederek, “2025’in Aile Yılı değil, Kadın Cinayetlerini Önleme Yılı olarak ilan edilmesi gerekiyordu. Böyle bir karar, kadınlar için güven verici bir adım olurdu” dedi.

Azalan doğum oranlarının arka planda yatan nedeninin kötüleşen ekonomik koşullar ve geleceğe dair belirsizlikler olduğunu vurgulayan Güllü, “Kadınlar, öncelikle yaşama hakkını talep ediyor. 2024’te 421 kadının öldürüldüğü bir ülkede, odak noktasının kadınların yaşam haklarını korumak olması gerekirken, sadece doğum yapmaya teşvik edilmesi büyük bir hatadır” şeklinde görüş belirtiyor.

Kadınların yaşam koşullarını iyileştirmekten ziyade yalnızca maddi teşviklerle doğum oranını artırma çabasını eleştiren Güllü, “Her çocuk için 1000 TL veya düğün parası adı altında 150.000 TL gibi değişimler, gerçeklerden uzak ve yetersiz kalmaktadır. Kadınları ve aileleri güçlendirecek kapsamlı politikalar olmadan bu tür teşvikler, toplumda korku ve güvensizlik yaratmaktadır” açıklamasında bulunuyor.

“Kadını Koruyamazsanız Aileyi Güçlendiremezsiniz”

Güllü, mevcut yönetimin kadınları koruyacak ve güçlendirecek politikalar oluşturmakta yetersiz kaldığını belirtiyor. Kreş ve yaşlı bakımı gibi alanlarda gerekli desteklerin eksik olduğunu, 4+4+4 eğitim sistemi gibi düzenlemelerin erken yaşta evlenmelere yol açtığını ve kadınların çalışma hayatından dışlanmasına neden olduğunu dile getiriyor. Ayrıca, kadınların işyerlerinde, evlerinde ve sokaklarda maruz kaldığı şiddet karşısında yeterli önlemlerin alınmamasının aileyi koruma çabalarını zayıflattığını vurguluyor.

Sahadan uzak ve kadınların gerçek ihtiyaçlarına duyarsız bir politika yürütüldüğüne inanan Güllü, Türkiye’nin kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda net adımlar atması gerektiğine dikkat çekerek yetkililere çağrıda bulunuyor:

“Biz çözüm öneriyoruz, ancak sesimiz duyulmuyor. Kadınları koruyamayan bir sistemin, aileyi güçlendirmesi mümkün değil.”

Doğurganlık Hızı 2013’ten Sonra Nasıl Azaldı?

Türkiye’nin nüfus artışını artırmaya yönelik politikaları, şimdiye dek belirlenen hedeflerin altında kalmıştır.

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Dr. İsmet Koç, Türkiye’nin 1965-2008 yılları arasında antinatalist politikalar (nüfus artış hızını düşürme yönelik) uyguladığını, 2008-2012 döneminde ise “en az üç çocuk” sloganıyla gizli pronatalist bir döneme geçiş yaptığını belirtiyor. 2013 yılından itibaren ise açıkça pronatalist politikalar uygulanmaya konulmuştur.

Koç, 2013’te başlatılan “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Öncelikli Dönüşüm Programı” çerçevesinde toplam doğurganlık hızının ikame düzeyi olan 2,1’in üzerine çıkarılmasının hedeflendiğini, ancak bu oranın 2023 yılında 1,51 seviyesine gerilediğini ifade ediyor.

Koç, doğurganlık hızındaki bu hızlı düşüşün, programla getirilen maddi teşviklerin, kreş imkanlarının ve annelere yarı zamanlı çalışma hakkı verilmesi gibi önlemlerin yetersiz kalmasıyla bağlantılı olduğunu ekliyor.

Peki genç nüfus artışını teşvik etme amacıyla sunulan ek önlemler yeterli mi?

Yeni Teşvikler Yeterli Mi?

2024 yılı için Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın yapılması planlandığını belirten Koç, ardından Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde “Nüfus Politikaları Daire Başkanlığı” ve “Aile Enstitüsü” gibi yeni yapıların kurulmasının da bu bağlamda olduğunu aktarıyor.

Koç, 13 Ocak 2025 tarihinde yapılan toplantıda, evlenecek gençlere iki yıl geri ödemesiz ve faizsiz 150.000 TL kredi verilmesi, ilk doğumda 5.000 TL nakit yardım sağlanması, çocuklar için düzenli maddi desteklerin sağlanması ve ücretsiz kreş imkanlarının artırılması gibi yeni politikaların duyurulduğunu belirterek, “Ancak, önceki politikalara göre daha güçlü yönleri olan bu politikaların özellikle esnek çalışma modelleri ve kreş uygulamaları hakkında henüz net bir strateji oluşturulmamıştır” diye ekliyor.

Fransa ile Türkiye Karşılaştırması

İsmet Koç’a göre, Türkiye’deki önlemler, Avrupa’da doğurganlık oranlarını artırmayı başaran Fransa’nın politikalarıyla karşılaştırıldığında her yönüyle daha zayıf politikalar içermektedir. Koç’un verdiği bilgilere göre Fransa, 1,72 ile Avrupa ülkeleri arasında en yüksek doğurganlık hızına sahip konumdadır.

Fransa’da aile politikalarına ayrılan bütçenin GSYH’nin yüzde 3,72’sini oluşturduğunu belirten Koç, Türkiye’de bu oranın yüzde 1’in altında kaldığını dile getiriyor.

Türkiye’nin, zenginleşmeden demografik dönüşüm sürecini tamamladığı için aile politikalarına ayırdığı kaynakların oldukça sınırlı kaldığını vurgulayan Koç, Fransa’daki uzun süreli annelik ve babalık izinleri, devlet destekli gündüz bakım evleri ve çocuk bakım ürünlerinin devlet destekli olarak sağlanması gibi uygulamalara dikkat çekiyor ve Türkiye’de bu alanda önemli bir adım atılmadığını kaydediyor.

“Eşitlikçi Sosyal Yapı Öncelikli Olmalı”

Ayrıca, Fransa’nın işsizlik yardımı, konut desteği, gelir desteği, vergi indirimleri ve üremeye yardımcı tekniklerin kullanımının ücretsiz ya da devlet destekli hale getirilmesi gibi çok ciddi tedbirler aldığını aktaran Koç, Türkiye’de ise özellikle gelir ve istihdam güvenliği gibi konularda doğurganlık kararını etkileyen ciddi belirsizliklerin olduğunu vurguluyor.

Fransa’nın eşitlikçi bir sosyal yapı oluşturma amaçlı politikalarının Türkiye’de oldukça zayıf kaldığını ifade eden Koç, Türkiye’nin planladığı etkiyi sağlamak için Fransa modeline benzer politikalar geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.

Koç, “Ağırlıklı olarak maddi destekte yoğunlaşan politikalar aracılığıyla doğurganlık hızında öne alınan doğumlar yoluyla geçici bir artış sağlanabilir ancak bu artışın sürdürülebilirliği ise mümkün değildir” şeklinde açıklamada bulundu.

“`

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir